Beyin ve cinsiyet üzerine yapılan araştırmalar, uzun yıllardır toplumsal tartışmaların odağında. Ancak bu çalışmaların önemli bir kısmı, nörobilimin sınırlarını aşarak toplumsal ön yargıları yeniden üreten bir alana kayabiliyor. ‘Nörocinsiyetçilik’ kavramı, tam da bu noktada karşımıza çıkıyor. Bilimsel yöntemlerle üretilmiş gibi görünen ama aslında cinsiyet kalıplarını pekiştiren yaklaşımları tanımlıyor. Kadın ve erkek beyni arasında keskin farklar olduğu iddiaları, kimi zaman medyada sansasyonel başlıklarla yer bulurken, toplumsal eşitsizlikleri de bilimsel bir temele oturtuyormuş gibi gösteriyor.
Nörocinsiyetçilik nedir?
Nörocinsiyetçilik, beyin araştırmalarının yanlış yorumlanarak toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini desteklemek için kullanılması anlamına geliyor. Bu yaklaşımda kadın ve erkek beyinleri arasında büyük farklar varmış gibi sunuluyor ve bu farkların da doğal olarak farklı toplumsal rollere yol açtığı öne sürülüyor. Oysa güncel nörobilim, bireyler arası farklılıkların cinsiyetler arası farklılıklardan çok daha büyük olduğunu gösteriyor. Yani beyinlerimiz ‘kadın’ ya da ‘erkek’ olarak kategorilere ayrılamıyor. Ancak yine de medyada sıkça ‘kadınlar empatiye, erkekler mantığa yatkındır’ gibi kalıp yargılar, bilimsel bir gerçek gibi dolaşıma sokuluyor. İşte nörocinsiyetçilik, tam da bu tür indirgemeci ve ön yargılı yaklaşımları ifade ediyor.
Kökleri eskiye dayanıyor
Nörocinsiyetçilik yeni bir kavram gibi görünse de kökleri oldukça eskiye dayanıyor. 19’uncu yüzyılda kadınların eğitime erişimi tartışılırken, bilim insanları kadın beyninin erkek beyninden daha küçük olduğunu öne sürüyor ve bu ‘farkı’ kadınların zihinsel kapasitesinin sınırlılığına kanıt olarak sunuyordu. Benzer şekilde, 20’nci yüzyılın ortalarında yapılan bazı psikolojik testler kadınların duygusal, erkeklerin ise analitik zekâya yatkın olduğunu iddia etti. Bu bulgular daha sonra çürütülmesine rağmen, toplumda kadın ve erkek rollerini pekiştiren kalıpları beslemeye devam etti. Bugün ise beyin görüntüleme teknolojilerindeki gelişmeler sayesinde çok daha hassas veriler elde ediliyor. Ancak bu verilerin medya ve popüler kültür tarafından yanlış aktarılması, eski ön yargıların modern bir kılıfla yeniden dolaşıma sokulmasına yol açıyor.
Günümüzde nörocinsiyetçilik: Bilim ve medya
Son yıllarda beyin araştırmalarındaki teknolojik ilerlemeler, kadın ve erkek beyinlerinin incelenmesini kolaylaştırdı. Ancak elde edilen sonuçların yorumlanma biçimi, bilimsel verilerin ötesine geçebiliyor. Örneğin, bazı araştırmalarda kadın beyninin ‘empatiye daha yatkın’, erkek beyninin ise ‘mantığa daha uygun’ olduğu yönünde çıkarımlar yapılıyor. Oysa bu tür bulguların çoğu küçük örneklem gruplarına dayanıyor, istatistiksel farklılıklar ise genelleştirilerek sunuluyor. Medya, bu tür sonuçları basitleştirip ‘Kadınlar şöyle düşünür, erkekler böyle davranır’ başlıklarıyla yaygınlaştırıyor. Böylece toplumsal cinsiyet kalıpları, bilimsel gerçek gibi sunuluyor. Bu durum, hem akademik alanda hem de günlük yaşamda nörocinsiyetçiliğin yeniden üretilmesine yol açıyor.
Algıları değiştirmeden eşitlik mümkün değil
Nörocinsiyetçilik yalnızca yanlış bilimsel genellemelerle sınırlı kalmıyor; eğitimden iş hayatına kadar pek çok alanda eşitsizlikleri besliyor. Örneğin kız çocuklarının matematikte ‘doğuştan’ daha başarısız olduğu algısı, eğitim fırsatlarını sınırlayabiliyor. Benzer şekilde erkeklerin duygusal işlerde daha az başarılı olacağı inancı, iş bölüşümünü şekillendirebiliyor.
Bu tür ön yargılar, bireylerin potansiyellerini gerçekleştirmelerini engelliyor ve toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini derinleştiriyor. Oysa bilimsel verilerin tarafsız, eleştirel ve bütüncül biçimde değerlendirilmesi hem kadınların hem de erkeklerin toplumsal rollerini çeşitlendirmeye katkı sunabilir.